Hakkımda

12 yaşımdayken kral arthur ve şövalyelerini konu alan bir romansla tanıştığım lancelot'a aşık oldum. arthur ve lancelot'u daha yakından tanımak istediğim için yıllarca arthur mitolojisi okudum. sonra ingiliz, kelt, iskandinav, dünya mitolojileri, efsaneleri, dinleri derken biraz psikanaliz, biraz karşılaştırmalı mitolojiler, biraz din ve inanç teorilerine bulaştım; şu an derdimi anlatacak kadar freud, jung, eliade biliyorum. bu blog, saydığım konuları karıştırıp çorba yapıyor. afiyet olsun.

6 Şubat 2008

korku ve mit

mitoloji ve dinlerin yaratılma ve varlığını koruma sebeplerinden biri insanların travmalarına "asırlarca beklemeye gerek kalmadan" pansuman olmasıdır. yaşadığımız her sıkıntıda evrilmeyi bekleseydik hayat gerçekten çok çileli olurdu.

bilinmeyen ve baş edilemeyenlere duyulan korku, bu travmalar içinde en çok örneğe sahip alt başlık olabilir.

ilkel insan, korkularıyla başa çıkabilmek için geleneklere sığınır, korkulan/baş edilmesi gereken olayı önceden tanrılara veya kahramanlara yaşatır, simülasyonunu yapar. sonra kendisi onu aynen tekrarlar, bu şekilde hikayede hiçbir bilinmeyen kalmaz; tanrının/kahramanın olayı yaşarken geçirdiği evreler ve sonuç, dolayısıyla aynı hareketleri yaparsa insanın yaşayacağı her şey bilinmektedir. mitolojik veya dini öğretilere bu denli bağlı kalma eğilimini besleyen büyük oranda bu korkudur. hikaye (mit), arketipin gerçek denemelerinden alınan sonuçlara göre sürekli güncellenir, bu şekilde de "eskinin bilgeliği" kümülatif bir şekilde günümüze aktarılır. böylece çocuklarımıza öğretimizi tekrarlamalarını öğütlerken amaç memlerimizi aktarmak, yaşatmak gibi görünse de aslında yaptığımız memlerden doğru genlerimizin geleceğine yardım etmektir, nasıl hayatta kalacaklarını (o zamanki fizik bilgimizin sınırlarına göre) yarattığımız bir arayüz aracılığıyla onlara aktarmaktır. bu yöntem, dış doğayla ilgili şeyler (avlanma, ev/barınak yapma, kıyafetler, doğa olaylarını önceden tahmin etme veya tanıma, tarım), veya insan doğasıyla ilgili şeyler (ergenlikten çıkış, evlilik, cinsel birleşme) gibi konular için kullanılabilir.

fakat bazı şeylerin deneyimlenmesi ve sonuçlarla bir geribildirim yapılması imkansız olabilir. bu durumda ise çok zekice bir önerisi olur insanın: çemberler. yapılan gözlemler sonucunda görülüyor ki bütün karşıtlıklar birbirini takip ediyor, hiçbir şey son bulmuyor. demek ki her şey periyodik olarak tekrar etmekte. ölüm, ölümden sonrası, hayatın başlangıcı ve sonu gibi daha soyut şeylerde işte bu açıklama işe yarıyor.

bir örnek vermek gerekecekse "ölüm" yerinde olacaktır [1]:

ölüm korkusu, pek çok şeyin temeli olmuş güçlü bir korkudur. "ölümden sonra ne olacağı" gibi bir bilinmez, az önce bahsettiğim gibi deneyimlerle açıklanabilecek bir şey olmadığından cevabı yaşam çemberleriyle verilir: ekinler tarlalarda ölür, yerlerine yenileri çıkar [2], ulu kral her kış ölür, her bahar yeniden doğar. hiçbir şey sonsuza dek yok olmadığına göre, insan da tekrar doğacaktır. bu cevap, o kadar eski bir zamanda bulunmuştur ki daha ilkel olamazdı. ilkellerin ölülerini cenin pozisyonunda yatırdıkları [3] bilinmektedir.

fakat detaylar zamanla değişir, başlarda hikaye somut detaylara girmeyip sadece çok duygusal ve naif bir yeniden doğuştan bahsederken zamanla gelişir, önce (kuzey amerika yaratılış mitlerindeki gibi) "galiba bitkiler gibi topraktan büyüyoruz" denir, sonra insanlar doğadaki çok unsurlu dönüşümün farkına varırlar. o zaman insanın içine girdiği toprağa karışacağı, oradan bitkilere nüfuz edeceği ve bu şekilde ineklerde kendilerini göstereceği gibi inanışlar (hinduizm) ortaya çıkar. soyut diyarlarda (elysium, cennet, valhalla) yeniden doğma fikri ise sanıyorum hayat zorlaşmaya başladıkça başladı, artık yeniden doğacağımızı biliyorduk fakat "daha iyi bir yerde yeniden doğma" fikri sıkıntımıza daha iyi karşılık veriyordu. [4]

"daha iyi bir yerde, bir koşulla yeniden doğma", artık öldükten sonra yeniden doğamama korkusunun kullanılmaya başlanmasıdır. vikingler savaşçıdır, sürekli bir yerleri istila ettikleri için de sürekli savaşçı kalmaları gerekmektedir çünkü "bugün yeni bir yer alalım" demeseler bile saldıranları çok olacaktır. bu nedenle sürekli, çok sayıda ve güçlü savaşçı olması önemlidir. valhalla'ya sadece savaşta ölmüş savaşçıların gidebileceği söylendiği zaman, sürekli savaşçı bulmak, üstelik bu savaşçıların bütün verimleriyle (ölümüne) savaşması garanti edilir. sonraları, kitle dini olarak hiyerarşide güçlü yerler edinmeyi hedefleyen semavi dinler de bunu kullanmış, "iyi bir yerde yeniden doğmanın" şartı olarak "kendilerine inanmayı" göstermişlerdir.

ayrıca, sonsuz yaşama sahip olup ölüm gibi bir beladan uzak durma isteğini bence doğrudan tanrıların sahip olduğu ölümsüzlük veren unsurlarda görebiliriz [5]. isa'nın babasının yaşam ağacı var, kuzeylilerin altın elmaları. styx ile ilgili bütün hikayelerin ölümle sonuçlanması, hatta styx'in yeraltı krallığına akıyor olması ise insanların bu konudaki umutsuzluğun kanıtıdır bir nebze. evet, hiçbir zaman ölümden kurtulamayacağız.



[1] "ölüm" yerinde olacaktır çünkü aslında bu konu için başka bir örneğimiz yok gibi. ejderhaları n ne olduklarını bir süre önce anlayıp onları nasıl yenebileceğimizi öğrendik, artık bir ejderhayla karşılaşmaktan hiç korkmuyorum. insanlığın tüm hazinesinin hala çare bulamadığı ve bulmaya da çok uzak göründüğü tek şey ölüm gibi görünüyor, ve ölüm hala korkutucu.

[2] ilkel dünyada tohumlar toprağa adak olarak atılır, ilk ürünler toplanmaz. çünkü "hiçbir şey yoktan var olamaz". verilen kurbanlar daha sonra çoğalarak nimet olarak dönecektir. kurban vermenin bir mantığı da budur, ymir'in ölmesi gerekir ki dağlar, denizler yaratılsın. pan-ku ölsün ve gözleri güneş ve ay, vücudu deniz, orman, yeryüzü ve nefesi rüzgarlar olsun. puruşa öldüğünde, insanları bile (kast sistemine uygun olarak) kendi bedeninden oluşturur.

[3] toprak, tarım döneminde dişi olduğunu resmen ilan etmiştir. yeniden doğacaksak, bu kurallarına uygun olmalıdır. toprağa dönme, annenin rahmine dönme, öldükten sonra cennete giderek (aslında geri dönerek, çünkü orada yaratıldık) tanrı'ya kavuşma çok romantik motifler olmakla beraber tamamen aynı isteğin tezahürleridir. hepimiz yaşamakta olduğumuz ikilik dünyasından, bilincimiz kapalı olduğu, konuşmadığımız ve "01" diyemediğimiz o zamana geri dönmek istiyoruz. bireysel olarak veya toplumsal olarak. kutsal gök ağaçları, göbek bağımız kesildiği zaman, veya "iyi ile kötüyü bildiğimiz" zaman yıkılıyor.

[4] doğa düzenini gelenekler aracılığıyla daha iyi anlar hale gelmiştik ve yaşam koşullarımız iyileşmişti. fakat çare bulduğumuz her hastalığa, derde karşı daha kötüsüyle karşılaşıyorduk ve bunlar yığılarak büyüyordu. hayat, iyileştirmeye çalıştıkça daha kötü hale geldi. seçilim çıtasını yükselttik, elenmemek için ise çok sıkıntı çekmek gerekti.

[5]
alevilerin güzel bir yaklaşımı vardır, derler ki "tanrı kendini sevmek ve bilmek istedi, böylece insanı yarattı. bu sayede kendine yabancılaşarak kendini insanda görecek, tanıyacaktı."

aynı yaklaşımı be'de de görebiliriz:
trying to understand the system of life
trying to understand myself
i created the world to be an image of myself, of my mind
all of these thoughts, all of these doubts and hopes
inside
i took out to form a new breed
a new way to be
and now i am many, so many

ve kuran'da, incil'de ve tevrat'ta da der: "biz adem'i kendi suretimizde yarattık, içine kendi nefesimizden (ruhumuzdan) üfledik."

burada ufak bir manevra yapmak bence her şeyi yerli yerine oturtur: insanlar, olmak istedikleri, oldukları, olmaktan korktukları her şeyi tanrılarda yaratmışlardır. bu sayede yabancılaşma ve kendini tanıma başlar, hatırlatırım ki konuşmaya/düşünmeye başladığımız zamanın mitsel karşılığını da tanrı'dan ayrılma olarak göstermiştik.


konunun meraklıları için,
mitlerin kısa tarihi (karen armstrong)
ebedi dönüş mitosu (mircea eliade)
yaratıcı mitoloji (joseph campbell)
dinin kökenleri (sigmund freud)
ercan saatçi (ördeklerindomatestabanfiyatlarınaetkisi)

Hiç yorum yok: