Hakkımda

12 yaşımdayken kral arthur ve şövalyelerini konu alan bir romansla tanıştığım lancelot'a aşık oldum. arthur ve lancelot'u daha yakından tanımak istediğim için yıllarca arthur mitolojisi okudum. sonra ingiliz, kelt, iskandinav, dünya mitolojileri, efsaneleri, dinleri derken biraz psikanaliz, biraz karşılaştırmalı mitolojiler, biraz din ve inanç teorilerine bulaştım; şu an derdimi anlatacak kadar freud, jung, eliade biliyorum. bu blog, saydığım konuları karıştırıp çorba yapıyor. afiyet olsun.

6 Şubat 2008

korku ve mit

mitoloji ve dinlerin yaratılma ve varlığını koruma sebeplerinden biri insanların travmalarına "asırlarca beklemeye gerek kalmadan" pansuman olmasıdır. yaşadığımız her sıkıntıda evrilmeyi bekleseydik hayat gerçekten çok çileli olurdu.

bilinmeyen ve baş edilemeyenlere duyulan korku, bu travmalar içinde en çok örneğe sahip alt başlık olabilir.

ilkel insan, korkularıyla başa çıkabilmek için geleneklere sığınır, korkulan/baş edilmesi gereken olayı önceden tanrılara veya kahramanlara yaşatır, simülasyonunu yapar. sonra kendisi onu aynen tekrarlar, bu şekilde hikayede hiçbir bilinmeyen kalmaz; tanrının/kahramanın olayı yaşarken geçirdiği evreler ve sonuç, dolayısıyla aynı hareketleri yaparsa insanın yaşayacağı her şey bilinmektedir. mitolojik veya dini öğretilere bu denli bağlı kalma eğilimini besleyen büyük oranda bu korkudur. hikaye (mit), arketipin gerçek denemelerinden alınan sonuçlara göre sürekli güncellenir, bu şekilde de "eskinin bilgeliği" kümülatif bir şekilde günümüze aktarılır. böylece çocuklarımıza öğretimizi tekrarlamalarını öğütlerken amaç memlerimizi aktarmak, yaşatmak gibi görünse de aslında yaptığımız memlerden doğru genlerimizin geleceğine yardım etmektir, nasıl hayatta kalacaklarını (o zamanki fizik bilgimizin sınırlarına göre) yarattığımız bir arayüz aracılığıyla onlara aktarmaktır. bu yöntem, dış doğayla ilgili şeyler (avlanma, ev/barınak yapma, kıyafetler, doğa olaylarını önceden tahmin etme veya tanıma, tarım), veya insan doğasıyla ilgili şeyler (ergenlikten çıkış, evlilik, cinsel birleşme) gibi konular için kullanılabilir.

fakat bazı şeylerin deneyimlenmesi ve sonuçlarla bir geribildirim yapılması imkansız olabilir. bu durumda ise çok zekice bir önerisi olur insanın: çemberler. yapılan gözlemler sonucunda görülüyor ki bütün karşıtlıklar birbirini takip ediyor, hiçbir şey son bulmuyor. demek ki her şey periyodik olarak tekrar etmekte. ölüm, ölümden sonrası, hayatın başlangıcı ve sonu gibi daha soyut şeylerde işte bu açıklama işe yarıyor.

bir örnek vermek gerekecekse "ölüm" yerinde olacaktır [1]:

ölüm korkusu, pek çok şeyin temeli olmuş güçlü bir korkudur. "ölümden sonra ne olacağı" gibi bir bilinmez, az önce bahsettiğim gibi deneyimlerle açıklanabilecek bir şey olmadığından cevabı yaşam çemberleriyle verilir: ekinler tarlalarda ölür, yerlerine yenileri çıkar [2], ulu kral her kış ölür, her bahar yeniden doğar. hiçbir şey sonsuza dek yok olmadığına göre, insan da tekrar doğacaktır. bu cevap, o kadar eski bir zamanda bulunmuştur ki daha ilkel olamazdı. ilkellerin ölülerini cenin pozisyonunda yatırdıkları [3] bilinmektedir.

fakat detaylar zamanla değişir, başlarda hikaye somut detaylara girmeyip sadece çok duygusal ve naif bir yeniden doğuştan bahsederken zamanla gelişir, önce (kuzey amerika yaratılış mitlerindeki gibi) "galiba bitkiler gibi topraktan büyüyoruz" denir, sonra insanlar doğadaki çok unsurlu dönüşümün farkına varırlar. o zaman insanın içine girdiği toprağa karışacağı, oradan bitkilere nüfuz edeceği ve bu şekilde ineklerde kendilerini göstereceği gibi inanışlar (hinduizm) ortaya çıkar. soyut diyarlarda (elysium, cennet, valhalla) yeniden doğma fikri ise sanıyorum hayat zorlaşmaya başladıkça başladı, artık yeniden doğacağımızı biliyorduk fakat "daha iyi bir yerde yeniden doğma" fikri sıkıntımıza daha iyi karşılık veriyordu. [4]

"daha iyi bir yerde, bir koşulla yeniden doğma", artık öldükten sonra yeniden doğamama korkusunun kullanılmaya başlanmasıdır. vikingler savaşçıdır, sürekli bir yerleri istila ettikleri için de sürekli savaşçı kalmaları gerekmektedir çünkü "bugün yeni bir yer alalım" demeseler bile saldıranları çok olacaktır. bu nedenle sürekli, çok sayıda ve güçlü savaşçı olması önemlidir. valhalla'ya sadece savaşta ölmüş savaşçıların gidebileceği söylendiği zaman, sürekli savaşçı bulmak, üstelik bu savaşçıların bütün verimleriyle (ölümüne) savaşması garanti edilir. sonraları, kitle dini olarak hiyerarşide güçlü yerler edinmeyi hedefleyen semavi dinler de bunu kullanmış, "iyi bir yerde yeniden doğmanın" şartı olarak "kendilerine inanmayı" göstermişlerdir.

ayrıca, sonsuz yaşama sahip olup ölüm gibi bir beladan uzak durma isteğini bence doğrudan tanrıların sahip olduğu ölümsüzlük veren unsurlarda görebiliriz [5]. isa'nın babasının yaşam ağacı var, kuzeylilerin altın elmaları. styx ile ilgili bütün hikayelerin ölümle sonuçlanması, hatta styx'in yeraltı krallığına akıyor olması ise insanların bu konudaki umutsuzluğun kanıtıdır bir nebze. evet, hiçbir zaman ölümden kurtulamayacağız.



[1] "ölüm" yerinde olacaktır çünkü aslında bu konu için başka bir örneğimiz yok gibi. ejderhaları n ne olduklarını bir süre önce anlayıp onları nasıl yenebileceğimizi öğrendik, artık bir ejderhayla karşılaşmaktan hiç korkmuyorum. insanlığın tüm hazinesinin hala çare bulamadığı ve bulmaya da çok uzak göründüğü tek şey ölüm gibi görünüyor, ve ölüm hala korkutucu.

[2] ilkel dünyada tohumlar toprağa adak olarak atılır, ilk ürünler toplanmaz. çünkü "hiçbir şey yoktan var olamaz". verilen kurbanlar daha sonra çoğalarak nimet olarak dönecektir. kurban vermenin bir mantığı da budur, ymir'in ölmesi gerekir ki dağlar, denizler yaratılsın. pan-ku ölsün ve gözleri güneş ve ay, vücudu deniz, orman, yeryüzü ve nefesi rüzgarlar olsun. puruşa öldüğünde, insanları bile (kast sistemine uygun olarak) kendi bedeninden oluşturur.

[3] toprak, tarım döneminde dişi olduğunu resmen ilan etmiştir. yeniden doğacaksak, bu kurallarına uygun olmalıdır. toprağa dönme, annenin rahmine dönme, öldükten sonra cennete giderek (aslında geri dönerek, çünkü orada yaratıldık) tanrı'ya kavuşma çok romantik motifler olmakla beraber tamamen aynı isteğin tezahürleridir. hepimiz yaşamakta olduğumuz ikilik dünyasından, bilincimiz kapalı olduğu, konuşmadığımız ve "01" diyemediğimiz o zamana geri dönmek istiyoruz. bireysel olarak veya toplumsal olarak. kutsal gök ağaçları, göbek bağımız kesildiği zaman, veya "iyi ile kötüyü bildiğimiz" zaman yıkılıyor.

[4] doğa düzenini gelenekler aracılığıyla daha iyi anlar hale gelmiştik ve yaşam koşullarımız iyileşmişti. fakat çare bulduğumuz her hastalığa, derde karşı daha kötüsüyle karşılaşıyorduk ve bunlar yığılarak büyüyordu. hayat, iyileştirmeye çalıştıkça daha kötü hale geldi. seçilim çıtasını yükselttik, elenmemek için ise çok sıkıntı çekmek gerekti.

[5]
alevilerin güzel bir yaklaşımı vardır, derler ki "tanrı kendini sevmek ve bilmek istedi, böylece insanı yarattı. bu sayede kendine yabancılaşarak kendini insanda görecek, tanıyacaktı."

aynı yaklaşımı be'de de görebiliriz:
trying to understand the system of life
trying to understand myself
i created the world to be an image of myself, of my mind
all of these thoughts, all of these doubts and hopes
inside
i took out to form a new breed
a new way to be
and now i am many, so many

ve kuran'da, incil'de ve tevrat'ta da der: "biz adem'i kendi suretimizde yarattık, içine kendi nefesimizden (ruhumuzdan) üfledik."

burada ufak bir manevra yapmak bence her şeyi yerli yerine oturtur: insanlar, olmak istedikleri, oldukları, olmaktan korktukları her şeyi tanrılarda yaratmışlardır. bu sayede yabancılaşma ve kendini tanıma başlar, hatırlatırım ki konuşmaya/düşünmeye başladığımız zamanın mitsel karşılığını da tanrı'dan ayrılma olarak göstermiştik.


konunun meraklıları için,
mitlerin kısa tarihi (karen armstrong)
ebedi dönüş mitosu (mircea eliade)
yaratıcı mitoloji (joseph campbell)
dinin kökenleri (sigmund freud)
ercan saatçi (ördeklerindomatestabanfiyatlarınaetkisi)

7 Ocak 2008

paganizm

genel olarak ilkel dönemde inanılan çok tanrılı inançların bütününe verilen ad.

sıfır anından bugüne yaklaşık şöyle şeyler oldu; önce doğayla birlikte yaşamayı öğrenmek için doğayı tanımaya başladık ve öğrenilen bilgileri çocuklarımıza aktardık, bu şekilde arketipler ve bir süre sonra gelenekler oluştu. ele gelir bir miktar süreyi geride bıraktığımızda, bu pratik bilgilerin artık işe yaramayanları elendi (kadınlar hamile kalmak için taşlara* yatmak yerine bazı otların farkına vardılar, ve tabi ki daha fazla işe yarayan ritüel yaşamaya devam etti. al sana memetik seçilim.) veya metafor aynı tutularak alegori değiştirdi (mısırlılar sabah avuçlarını güneşe açıp ra'yı selamlar, biz ekolojik mimarlar şimdi o sevgili sonsuz tanrıya güneş kolektörlerimizi yönlendiriyoruz).

çok kısaca geliştik. kendimizi tanıdıkça, doğayı tanıdıkça (şu noktada "ama ikisi zaten bir bütün paganlara göre.." diyenin kafasını kırarım.) inandığımız şeyler de değişti.

bakın bilgi diyoruz, aktarıldı diyoruz. aktarıldıkça büyüdü, toplandı, daha verimli şekilde sonuçlar vermeye başladı. yaşayabilmenin tamamen şansa bağlı olduğu zamanlardan msn'li, nükleer enerjili, uzaya koloni kurmalı bir zamana geldik.

insanların her şeyin her sabah kendini yenilediği, dünyanın her yıl baştan doğduğu periyodik tarih algısını bırakmak zorunda kaldıkları bir kırılma noktası vardı, sonra lineer tarih algısı gelişti, çünkü gelişmek zorundaydı. insanlar metafiziklerini hızla fiziğe çevirmeye başlıyor, o ritüellerin neden, nasıl, ne şekilde işe yaradığını anlamaya başlıyor (kullandığı otların etken maddelerini araştırıyor, hangisinin neye nasıl etki ettiğini görüyor), ve anladığı bu sebep-sonuç ilişkisinden yeni şeyler üretebiliyor (bu bilgisini yeni ilaçlar yapmakta kullanıyor). kısaca toplanan bilgi, ki biz bir süredir ona ilim diyoruz, fen diyoruz, artık o derece şeyler üretiyor ki bunların yarattığı sonuçları görmezden gelemiyor kimse.

paganist inanışların sonu bu noktada geliyor zaten. yani evet, paganlar öldürüldü, katledildi, sevişmeleri yasaklandı, bunlar çok romantik ve üzüldüğümüz şeyler; bunlar oldu çünkü onların çağı bitti. ve evet bazı paganist öğeler (arketipler), lineer kurguya uygun yeni semavi dinlerde kendini göstermeye devam etti; çünkü bilgi (bilim, teknoloji) bütün ama bütün insani travmaları, korkuları, bilinmezleri açıklayabilene kadar ihtiyaç duyduğumuz bir kavram var, ona yerine göre mitoloji diyoruz, yerine göre din diyoruz, genel olarak metafizik inançlar diyoruz. bu durumda aslında olan şey şu oldu, bir bilinmez daha logos tarafından çözüldükçe, mitos hanesinden bir motif daha eksildi; anneden ayrılma travmaları (kayıp cennet, cennetten düşme), ölüm korkusu/ölümsüzlük isteği (hayat ağacı, altın elmalar), bilinç kazanma anı (iyiyle kötüyü bilme ağacı*), anneyle babayı sevişirken görme (bakireden doğmuş günahsız çocuklar) gibi mevzuları hala tam çözemedik, bunlar hala dinlerde kendini gösteriyor. ölüme çare bulun, o cennete girme şartlarını tekrar görelim bakalım, nasıl güncelleniyorlar.


eskiye duyulan özlem gayet anlaşılır bir şey, hem bireylerde (çocukluğa duyulan özlem), hem de toplumda (gittikçe kıyamete yaklaşıyor olduğumuza, eskiden her şeyin çok daha güzel olduğuna inanma eğilimi) vardır bu. fakat, birincisi, her şey zaman onu getirdiği için olmuştur, dinler bir şey yapmamıştır, bilakis olan şeylere göre şekil değiştirip yeni yüzlerle karşımıza çıkan* şeyler onlardır. ikincisi ise, bu çağda paganizm falan olmaz, çünkü biz bilgisayarları gördük, asla o dönemi anlayamayız ve kendimizi o yere koyamayız.


bu konularda konuşmak için şu insanların kitapları okunmalıdır bence,
(bkz: mircea eliade)
(bkz: karen armstrong)
(bkz: joseph campbell)
(bkz: sir james frazer)
(bkz: carl gustav jung)

27 Ağustos 2007

iyi ve kötüyü bilme ağacı

cennet'te iki önemli ağaç var, tree of life ve tree of knowledge of good and evil (tree of conscience) [1]. adem ve havva'ya yaşam ağacı dahil her ağacın meyvesinden yemek serbest, fakat bilgi ağacında yaklaşmak bile (islamiyet'e göre) yasak [2]. adem ve havva meyveyi yerse ölecekler. [3]

tanrı, adem'i ve havva'yı yarattıktan sonra onlara çevreyi tanıtıyor: burada çıplak olmayacaksınız, aç kalmayacaksınız. [4] "çıplak kalmak" önemli bir metafor. aksiyonun başlamasını görelim:

yılan kılığına girmiş şeytan [5] veyahut şeytan'ın bizzat kendisi geliyor ve havva'ya soruyor, "neden yemiyorsunuz?". havva'nın yasakla ilgili tereddütünü ağacın gerçek ismini söyleyerek kaldırıyor, ve havva, akabinde adem meyveyi yiyor. bilgiye olan açlık, tanrı'nın yasağını görmezden gelmelerine sebep oluyor. güzel bir detay şeytanın havva'ya bilgi ağacını anlatmak için kullandığı bir tabir: kuran'da söylenene göre şeytan havva'ya bir "sonsuzluk ağacından" bahsediyor [6]. bu bahsedilen "sonsuzluk", tevrat'ta geçen şu cümleyle anlam kazanıyor: "ve adem bilgiyi öğrenmekle bizden biri gibi oldu." [7].

fakat, adem bilgiyi öğrenerek manevi sonsuzluğa kavuştuğu anda, fiziki sonsuzluğu elinden alınıyor. yaşam ağacına elini uzatması yasaklanıyor, ağaca ulaşan yollar ateşten kılıçlarla kapatılıyor. ruhani olarak düşmüş sayılıyorlar ve daha kısıtlı bir dünyaya gönderiliyorlar. unification church tarafından yapılan bir yorumda ise fiziki bir düşüşten de bahsediliyor, deniyor ki meyveden yedikten sonra çıplaklıklarının farkına varan adem ve havva, tanrı'nın rızası dışında bir cinsel birleşme yaşıyor. böylece ruhani düşüşten sonra, fiziki olarak da düşüyorlar.

burası da yorum kısmı; ağacın isminde bir güzellik var, sadece tree of knowledge değil, tree of knowledge of good and evil. meyveyi yedikleri zaman, adem ve havva var olan bütün ikilikleri görmeye başlıyor, ilk defa zihinlerinde bir ayrım oluşuyor. dişi ve erkeği, iyi ve kötüyü, somut ve soyutu fark ediyorlar. tasvir edildiği üzre, cennette, tanrı'nın kendisinde veya o katta olan varlıklarda hiçbir karşıtlık yok. iyinin karşıtı olan kötü bile, ilk olarak havva'nın meyveyi yeme sahnesinde ortaya çıkyor. ki bu çok tutarlı bir tasvir, çünkü bütün semavi dinlerin 1 üzerine kurulu olduğunu biliyoruz. 2'yi yaşamıyor olmak seni tanrı katında tutan önemli bir ayrım [8]. ağacın ismi, bu yüzden meyveyi yiyecekleri zaman başlarına ne geleceğinin ipucunu barındırıyor aslında.

adem 2'yi öğreniyor ve tanrı'nın doğrudan dokunmadığı, kendi içinde işleyebilecek şekilde yaratılmış, 2'lerle dolu olan bir sisteme gönderiliyor. hikayedeki trajedi şu, cennette, 1'in mekanında yaşarken bilgiden yoksundu ve gerçekten durumuna şükredebilmesine imkan yoktu. bilgiyi öğrendiğinde ise 1'den uzaklaştırıldı, olduğu şeyin kıymetini anladı ve şükretmeyi öğrendi, 1'e geri dönebilmek için ise tanrı'nın merhameti, ona tekrar doğru yolu göstermesi * için dua etti. şükredilmek, tanrı olsam benim de isteyeceğim en önemli şeylerden biri olurdu. ben de sırf bu yüzden ortalığa yasak bir ağaç diker, "buna yaklaşmayın" der, sonra bu yaptığıma "özgür irade" derdim. sonrası için:

(bkz: newcomb paradoksu)


---
[1] tevrat, tekvin 2:7 ve rab allah şarka doğru aden'de bir bahçe dikti ve adam'ı oraya koydu ve rab allah, görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı ve bahçenin ortasına da hayat ağacını, iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi ve bahçeyi sulamak için aden'den bir ırmak çıktı ve oradan bölünerek dört kol oldu.

[2] bakara suresi, ayet 35-37: 'ey adem! eşin ve sen cennette kal, orada olanlardan istediğiniz yerden bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz' dedik.

[3] tevrat, tekvin 16-17 ve ona, "bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin" diye buyurdu, "ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün."

[4] taha suresi, ayet 118-119 şüphesiz ki, senin acıkmaman ve çıplak kalmaman orda (cennette kalmana bağlı)dır. ve gerçekten sen burada susamayacaksın ve güneş altında yanmayacaksın da.

[5] tevrat, tekvin 4-6 yılan, "kesinlikle ölmezsiniz" dedi, "çünkü tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek tanrı gibi olacaksınız."

[6] taha suresi, ayet 120 sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: "sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?"

[7] tevrat, tekvin, 3:22 ve rab allah dedi: "işte, adam iyiyi ve kötüyü bilmekle bizden biri gibi oldu ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın ve yemesin ve edebiyen yaşamasın."

[8] adem'in gönderilmiş olduğu ikiliklerden ibaret bir dünyada yaşadığımız ve algımız bu şekilde işlediği için, böyle bir şeyin olmadığı bir sistem bize anlaşılmaz, mistik ve anlamadığımız için de yüce gelir. zaten islamiyet bunu açıkça şöyle söyler: "düşünebildiğiniz her şeyin dışındadır."

18 Mayıs 2007

fae

puck (hobgoblin):

hava grubu.

puca (eski ingilizce), phooka, pwca (welsh), puca (irish), puki (nordic/germanic).

puck, oldukça eski bir ruh. perilerin içinde en trickster olanı olduğu için, pek çok dilde ismi şeytanla ilişkilendirilmiştir (pocker, isveççe'de şeytan; puki, izlanda dilinde puki, little devil, ve hatta pukinn, devil). aslında ilk hikayelerde öyle çok korkunç görünmüyor, ufak tefek yaramazlıkları var, sütleri dökmek, yemeğini yiyen birinin kaşığına vurarak yemeği suratına sıçratmak, atları dişi atmış gibi kişneyerek kandırmak gibi. fakat, daha şeytani olduğu hikayeler var ki onlarda daha ciddi karmaşalar çıkarıyor. at, köpek, kartal veya keçi kılığına girip yolcuları yanlış yollara yönlendirip ıssız yerlerde kaybolmalarına neden oluyor. puck'ın bu bilinen görünüşlerinde en yaygın olanının keçi olduğunu belirtmekte de fayda var. irlanda dilinde puck, bazen keçi anlamında kullanılıyor. ve burada bir benzerlik için: (bkz: pan) (bkz: faun). kaybolmalar dışında, bebek kaçırılmalarından (changeling) da puck sorumlu tutuluyor. yeni doğmuş bebekleri alıp yerine ona benzeyen başka bir bebek bıraktığına inanılıyor. bu bebekler aptal, aşırı iştahlı ve agresif oluyorlar. bu inanışın, down sendromlu çocukların durumunu açıklamak için geliştirildiği düşünülüyor. (dipnot 1)

özellikle ortaçağda, şeytanlardan biri olduğuna inanıldığı için puck'ın ismi doğrudan telaffuz edilmemeye başlanıyor, bu da bir takma isim sahibi olmasının nedeni. "robin goodfellow" diyorlar puck'a. şöyle oluyor; meyerbeer'in 1831'deki robert le diable operasıyla birlikte robert ismi şeytanla özdeşleşiyor. robin, robert'ın kısaltması (pet name). goodfellow ismi ise puck'ın karakteriyle ilgili, hileli bir şekilde olumlu bir etkisi var. yaygın olarak bilinen hobgoblin kelimesi de robin goodfellow'dan geliyor; robin, rob, hob, hobgoblin.

robin hood'un puck ile benzer kökenlere sahip olduğu düşünülüyor. ortak özellikler olarak, hem robin, hem de goodfellow ismi gösteriliyor; robin kendi dostları için gerçekten iyi bir arkadaş, fakat şerif nottingham için bu isim puck'ınki gibi aldatıcı. ikisi de kılık değiştirme ustası, özellikle ormanlarda.

shakespeare'in a midsummer night's dream'inde ve neil gaiman'ın the sandman'inde güzel halleri görülebilir.

*
brownie:

hava grubu.

brounie (iskoç), brunaidh (scottish gaelic), house brownie, little man, domonvoi (rus [bildiğimiz brownie’ye ek olarak banshee özelliklerini de taşıyor domonvoi’ler; evden biri öleceği zaman çığlık atıyorlar. aynı zamanda özellike mutfakta yangın çıkacağı zaman önceden haber veriyorlar yine çığlık atarak]), yumboes (kuzey afrika), choa phum phi (çin).

brownie'lerin puck'tan türemiş olduğu düşünülüyor (bwcha, bwbachod), hatta ingiltere'de onlardan bazen "hobs" olarak bahsedilmesi buna bir işaret sayılabilir. brownie'ler, çok küçük, yeşil, parlak mavi veya kahverengi kıyafetleri olan, kızıl saçlı/sakallı periler. puck'a göre çok daha huzur vericiler, kendilerini yerleştikleri evin bütün yarım kalmış işlerini tamamlamakla sorumlu görüyorlar. eve odun getiriyorlar, dikiş nakış işlerini bitiriyorlar veya temizliğe yardım ediyorlar. hatta evlerini fazlaca sahiplenip, hastalık getirebilecek perileri kovalıyorlar evden. sıcak mutfaklardan hoşlanıyorlar, mutfak bacasının yanında onlara ayrılmış boş bir koltuk bırakmanız, evinizin artık bir brownie'si olduğu anlamına geliyor. yaptıkları işler karşılığında ise tek istediği "dışarıda unutulmuş" bir parça çikolatalı kek ve bir kase süt. tembellik ve savurganlık onları çok sinirlendiriyor, muhtemelen yaptıkları işin boşa harcandığını düşünüyorlar. eğer evde tembellik yapan bir köle görürse ona düşman kesiliyor, birden puck'ın ilk dönemki haline dönüyor. onun için bırakılan keki ve sütü fazla bulursa, veya ev sahibi ona bir kıyafet vermişse evden ayrılıyor. (dipnot 2)

neil gaiman'ın amerikan tanrıları'nda küçük bir hikaye geçiyor brownie'lerle ilgili. internette ve diğer kaynaklarda okuduğum tüm bilgileri kapsayan bir altyapısı var, tavsiye ederim.

*
leprechaun:

hava grubu.

leprechawn (eski ingilizce), leipreachán (irish).

brownie'lerin irlandalı kuzenleri. görünüş olarak çok benzerler, ama brownie'ler gibi çok küçük oldukları özellikle belirtilmiyor. en belirgin özellikleri ayakkabı tamircisi olmaları, fakat önemli bir detay bir leprikonun sadece ve sadece tek bir ayakkabı üzerinde çalışması. asla çift değil.

çok zengin ve çok cimri oldukları söyleniyor, her leprechaun'un bilinmeyen bir yerde çok büyük bir hazinesi olduğuna inanılıyor. bu hazinenin yerini kimseye söylemezlermiş ve orada altın almaları gerektiğinde hazinenin yanına gitmeden, ihtiyaçları olan parayı havadan çekip çıkarırlarmış. hazinenin aslında crone goddess'a ait olan bir kazanın içindeki altınlar olduğu söyleniyor, leprikonun ise onun koruyucusu ve işleticisi olduğu. eğer bir leprechaun'u yakalar ve sorguya çekebilirseniz size kazanı göstermek zorunda kalır ve yanında üç dilek hakkına sahip olursunuz. bir leprikona gözlerinizi dikerseniz kıpırdayamaz, gözlerinizi çektiğiniz anda ise birden kaybolur. onu yakalamanın başka bir yolu ise müziktir, leprechaun'lar sonuna dek irlandalı'dır ve irlanda folk müziğine bayılırlar. eğer birini kendi müziğinizle dans ettirmeye başlarsanız siz müziği kesmeden duramazlar. bu esnada onlara kazanın ve altınların yerini, müziği durdurma teklifi karşılığında sorabilirsiniz. fakat, leprichaun'lar brownie'ler kadar sevimli değildir, size altın vermeye can atmazlar. onu yakalasanız bile hileleriyle sizden kaçmaya çalışacaktır; size hazinenin yerini söyleyip ararken yollarınızı şaşırtabilir veya üç dilek hakkınızı da kullandıktan sonra dördüncü bir dilekte bulunmanızı sağlayabilir. dördüncü dileği dilemek bütün kazandıklarınızın geri alınması anlamına geliyor.

"altın kazan"ın tanıdık geldiği bir hikayeye göz atarsak, ilk çıktığı zamanlarda şöyle söylenildiğini görüyoruz: "gökkuşağının sonunda kazanıyla birlikte yatan leprikon". gökkuşağının sonundaki altınlar leprechaun'lara ait aslında.

yine neil gaiman'ın amerikan tanrıları'nda güzel bir leprechaun görebilirsiniz. (bkz: deli sweeney)

*
cluricaune:

hava grubu.

clurichaun, clobhair-ceann (irish).

gece leprechaun'u. leprechaun gündüz ayakkabı tamir eder ve gece işini bitirip içmeye çıkar, o zaman adına clurichaun denir. clurichaun'lar kırmızı şarap düşkünüdür ve evlerin kilerlerinde görülürler. bir kilere yerleştikleri zaman şarapları bozulmaktan korurlar ve izinsiz misafirlerin içeri girmesine izin vermezler. gece ay ışında köpeklerin ve koyunların üzerine ata biner gibi binip dolaşmayı çok severler. eğer onlara kötü davranırsanız kilerinizi yıkıp giderler ve oraya bir daha hiç clurichaun gelmez.

istisnasız, her an sarhoşturlar. eğer bir clurichaun'unuz varsa, sık sık kilerden gelen bir irish drinking song duymanız çok olasıdır. tam irlandalı bunlar. hastasıyım leprikonların.

*
huldra:

toprak grubu.

huldrafolk, huldu, huldeka.

huldrafolk'un kelime anlamı "hidden people". en belirgin özellikleri, arkadan baktığınız zaman onları bir ağaçtan ayırt edemeyeceğiniz uzun saçları ve bir kuyruklarının olması. bunlar dışında bildiğin çıplak kız.

çok güzel oluyorlar ve kesinlikle çok masum değiller. erkekleri kaçırıp ormanda sevişiyorlar, ve kendilerini tatmin edemeyenleri öldürüyorlar. dillerinin ufak bir dokunuşu vücutta deformasyonlara yol açıyor, kırık bir burun veya kellik. bunlarda da changeling hikayeleri var, bir bebeği kaçırıp yerine kendi çirkin bebeklerini bırakabiliyorlar. isveç'te hal böyleyken norveç huldraları daha az vahşi; onların hikayelerinde eğer bir huldra'ya nazik davranırsanız size zarar vermiyor. bazen hristiyan erkeklerle evlendikleri oluyor, kiliseye girerlerse veya bir rahibin eli onlara değerse bütün güzelliklerini kaybediyorlar ve evlilikleri yürümüyor. mutlu sonla biten hikayeler de yok değil, güzelliklerini kaybetmeyip sadece kuyruklarını kaybeden huldraların hikayeleri de var. bunların yanında, çok kıskanç ve kinciler, kendilerini aldatan erkeği epey hırpalayabiliyorlar.

kuzeylilerin hepsinde var, almanlarda ise holda ismiyle biliniyor.

*
pixie:

hava grubu.

piskie, pisgie, pecht, pech, picker.

günümüzde "peri" dediğimiz şey aslında pixie'ler. sıklıkla düşülen bir yanlış olduğunu belirterek geçelim, burada ismi geçenlerin hepsi peridir, yalnızca pixie’lar değil.

cornwall (irlanda) çıkışlı oldukları düşünülüyor, fakat iskoçya'da da oldukça eskiler. pixie'ler, orta dönemlerden itibaren küçük, kanatlı, gövdelerine göre büyük kafaları olan periler olarak tasvir ediliyor. tinkerbell'e çok benziyorlar, sivri uçlu kulaklar, sivri burunlar ve kalkık ince kaşlar. kanatları şeffaf ve parlak, renkleri çiçeklerin rengine göre değişiyor. kötü değiller, fakat oldukça kaprisliler. sonradan dişi olarak gösterilseler de, aslında cinsiyet ayrımı görünmüyor. ilk çıkışlarında ise, görünüşlü daha ağırbaşlı. bunun nedeni ise tamamen pixie'lerin ne olduğu inancıyla ilişkili: hristiyanlığa direnen druidlerin pixie olduğu düşünülüyor. rivayete göre bir druid hristiyanlığı reddettikçe küçülür, küçülür ve en sonunda büyük böceklerle aynı boya gelirmiş (pigwedion).

bu druid ilişkisinin biraz derinine inince, isimden rahatlıkla bir şeyler yakalanıyor. pixie kelimesi, pict'i çağrıştırıyor sanki. pict'lerle ilgili, asla demire dokunmadıkları gibi enteresan bir söylence vardır (ki pict'ler -çok eski avcılar olduğu için- aynı zamanda çok iyi demircidirler). bu söylencenin pixie'lere adapte edilmiş olduğu görülür, bir pixie demirle temas ederse ölür. (dipnot 3)

peri tozu (pixie dust) dediğimiz şey de pict’lerden gelen bir figür aslında, metal işleyen pict’lerin üstüne başına bulaşan altın, bronz tozlarının ormanda yürüdükleri yerlere dökülmesi ve yürüyen pict’in böyle bir iz bırakması peri edebiyatına bu şekilde geçiyor.

örnek olarak ise, j. m. barrie’nin peter pan’indeki tinkerbell bir pixie’dir.

*
selkie:

su grubu.

selchie (iskoçya), roane (kuzey irlanda).

iskoç kökenliler, hatta muhtemelen orkney adaları. denizkızı gibi bir şey bunlar. genelde fok kılığında duruyorlar (zaten selch iskoç dilinde fok demek), fakat insan özellikleri taşıyorlar. üstün kılık değiştirme kabiliyetleri var, fok derilerini atıp insan suretine geçebiliyorlar. eğer bir erkek, bir dişi selkie’nin fok derisine sahip olursa, selkie’yi eşi olması için ikna edebilir deniyor. fakat selkie derisine tekrar sahip olursa kocasını bırakıp ülkesine geri dönebilir, ki toprakta çok mutsuz olduğu için bunun her yolunu da deneyecektir.

selkie hikayeleri, romanslara iyi malzeme verdiği için bu alanda gelişmiştir. selkie’ye aşık olan genç iskoç köylüsü, iskoç köylüsüne aşık olan dişi selkie ve benzeri temalar üzerine bir sürü küçük motif geliştirilmiştir ki çok mühim değiller.

*
kelpie:

su grubu.

uisges, fuath (irish), shoney (cornwall [nordic deniz tanrıçası sjofn’dan türüyor bu isim]), nickers (izlanda [almanya’da nix isimli su perileri var]), nuggies (iskoçya)

selkie’lerin akrabaları.ness gölü’nde ikamet ediyorlar ki meşhur loch ness canavarı’nın onlarla ilişkisi olduğu düşünülüyor. çok acaip görünüyorlar, dalga şeklinde yeleleri, at kuyrukları var, gövdelerinin altı bir kadınınki gibi. korkunç görünmelerinin sebebi olarak tehlikeli yaratıklar, çünkü en sevdikleri yemekler arasında, geyikler, diğer perilerin dışında insanlar bulunuyor.

söylenene göre göl kenarından geçen insanları kandırıp suyun altındaki evlerine götürüyorlamış. insanları kandırmak için kılık değiştirebildiği söyleniyor. özellikle genç kızları kandırabilmek için çok yakışıklı bir adam gibi görünebiliyor, fakat ne olursa olsun, bir kelpie asla yelesini değiştiremediği için onu tanımak mümkün. insan kılığı dışında, çok güzel beyaz bir at kılığına girmesi de çok sık olan bir şey, insanlar bu kadar güzel bir atı başıboş görünce binmek istiyor, onlar biner binmez kelpie suya dalıyor ve sürücüyü boğarak evine götürüyor.

onlara söz geçirtecek tek şey sırtına atladığınız zaman anında bağlamanız gereken yular. o vakit kelpie sizin emrinizde oluyor ve sihrini istediğiniz şekilde yönetebiliyorsunuz.

*
gnome:

toprak grubu.

kabouter (hollanda), goblin (irlanda), kabouter (belçika), gartenzwerg (almanya), tomte, nisse (norveç, danimarka), gnomo (italya), genomos, gnomiko (yunan [genomos “earth dweller” anlamına geliyor]), krasnoludek, skrzat (polonya), maahinen, menninkäinen (finlandiya), gnom (rusya), kepec, patuljak, gnom (sırbistan), tomtenisse, hustomte (isveç), djudje (bulgaristan), skritek (çek), skriatok (slovakya), mano (macaristan), álfur, dvergur (izlanda).

yer altında yaşayan cüceler. çok yaşlı görünürler ve ömürlerinin binlerce yılla hesaplandığı söylenir. kırmızı sivri uçlu şapkaları oluyor gnome’ların, kıyafetleri genel olarak çok eski, genellikle yeşil veya mavi tonlarında. bir de gökkuşağı renklerinde çorapları oluyor, bunları kendileri dokuyorlar.

gün ışığına dayanamadıkları için yer altında yaşıyorlar ve bazı -çok da yaygın olmayan- söylentilere göre gündüz vakti kurbağaya dönüyorlar. gün ışığının doğrudan teması onları taşa çeviriyor (bahçelerde kullanılan gnome isimli heykelcikler buradan doğru yapılıyor). ağaçları ve toprağın hazinelerini korumakla görevliler, toprağın içinde çok rahat hareket edebiliyorlar. çok iyi metal ustaları ve madenciler.

sansarlar ve baykuşlara düşmanlar, ve onlara yakınlık gösteren insanlara da. genel olarak ise kibar ve yardımseverler, doğal yaşam düzeninin korunmasını istiyor ve buna gayret gösteriyorlar.

çok geniş bir coğrafyada biliniyorlar, fakat bütün peri kültü birbiriyle sıkıca bağlantılı olduğu için farklı coğrafyalarda başka özelliklere sahip olarak görülebiliyorlar; örneğin isveçlilerin tomte’si, brownie’ye benzeyen özellikler taşıyor (sütü seviyor ve çiftlik işlerine yardım ediyor).

iyileştirme konusunda özel bilgileri olduğuna inanılıyor. doğada yalnız buldukları yaralı hayvanları iyileştiriyorlar, ve zor durumda olan insanlarla bu bilgilerini paylaştıkları oluyor.

son olarak şöyle bir bağlantıyı gösterelim:

(bkz: noldor)

*
banshee:

su grubu.

bean-sidhe (irlanda {“woman of fairy folk” gibi bir anlamı var]), bean-nighe (iskoç), washer of the shrouds, washer at the banks, washer at the ford, cointeach (iskoç), cyhiraeth (cornwall, keltler), cyoerraeth, gwrach y rhibyn (welsh [“hag of the dribble,” anlamına geliyor bu]), eur-cunnere noe (britanny).

eskiden irlanda’da evde biri öldüğünde kadınlar arkasından ağlarmış. bean-sidhe’lerin ise, beş büyük irlanda ailesi için göründükleri söyleniyor; o'grady’ler, o'neill’lar, o'brien’lar, o'connor’lar, ve kavanagh’lar. genel inanışa göre ise banshee’ler, evde biri öleceği zaman çığlık atarak ölümü haber veren perilerdir. genelde dişidirler ama galler’de erkek olanlarına rastlanıyor. ölecek olan kişi önemli biriyse birden çok banshee görünebiliyor evde. bazen wraith şeklinde gelebiliyorlar, ölecek kişinin kılığına bürünerek. bazen çamaşırcı kadın kılığında geliyorlar, ölünün knalarını yıkamak için; ki isimleri de buradan geliyor. genel olarak ise üç halde geldiklerine inanılıyor: genç bir kadın, anne veya yaşlı kocakarı kılığında. bu açıkça üçlü tanrıça inanışına dayanıyor (tanrıça’nın üç yüzü vardır: bakire, anne ve kocakarı).

*
kobold:

toprak grubu.

kolbald, cobald, hutchen (nordic), heinzelmannchen (bu da nordic, robin goodfellow gibi bir şeye tekabul ediyor)

koboldlar brownie'lere çok benziyorlar. tek başlarına veya grupça bir evi sahiplenip ev işlerine yardımcı oluyorlar. dişlerinin arasında bir pipoyla görülürler genelde, fakat asla tüttürmüyorlar; çünkü duman onları üzüyor. muhtemelen bu tepkinin sebebi toprak grubu olmalarıyla ilişkili, evde yaşamayan koboldlar ıssız ağaçlarda yaşıyor. dumanı hiç sevmedikleri için, odada tütsü bulundurmanız bile onların evden gitmesine sebep olabilir.

ayrıca, güney almanlarında çok daha farklı bir kobold var ki o da knockers olarak bilinen irlandalı toprak ruhlarına benziyor. madencileri rahatsız etmek gibi bir huyları var bunların. hatta "kobalt" ismi madene koboldlardan esinlenilerek koyulmuş.

*
knocker:

toprak grubu.

knacker, coblynaus (galler), wichlein /almanya), paras (finlandiya).

alman koboldlarının karşıtları gibiler. özellikleri çok benzer, fakat knocker’lar daha sevimli yaratıklar. cornwall’lular (keltik), madenlerde yaşıyorlar, oyun oynamayı ve madencilere yardım etmeyi çok seviyorlar. toprağın altını iyi bildikleri için, madencileri maden olan yerlere yönlendiriyorlar. bir felaket olacağı zaman (toprak kayması, çökme, deprem) önceden haber veriyorlar, hatta isimleri de buradan geliyor (toprak çökmeden veya deprem olmadan önceki sesleri [knock knocks] onların ikaz amaçlı yaptığı düşünülüyor).

çok güleryüzlü, eğlenceli yaratıklar kncoker’lar, aniden bir yerden kafalarını çıkarıp, aptal suratlar yapıp madencileri korkutmayı çok seviyorlar. böyle küçük oyunlar yaptıkları zaman kahkahalarla gülmeye başlıyorlar, eğer korkuttukları madenci de gülmezse çok üzülüyorlar ve günün kalanında bir daha ortaya çıkmıyorlar.

çok hünerliler, çok sağlam tüneller kazıyorlar, hatta britonlara bu işi onlar öğretiyor. taş işçilikleri çok iyi, insanlara taş işlemeyi onların öğrettiğine inanılıyor. toprak altında ıslık sesi onları çılgına çeviriyor, bu yüzden bütün madeni yerle bir edebilecek kadar sinirlenebiliyorlar. genelde insanlara çok iyi davrandıkları bilinmesine rağmen, çekoslovakya’da bir madencinin yanlışlıkla bir knocker’ın evini yıktığı için ertesi sabah ölü bulunduğu hikayesi anlatılır. bazı madenler, toprağın daha fazla kazılmasını istemeyen knocker’lar tarafından kapatılabilir. bu durumda verdikleri karara saygı gösterip orayı bir daha kazmamak gerektiğine inanılır.

knocker’lar da diğer perilerin çoğu gibi boğazlarına düşkündür ve yardım ettikleri insanlardan ikram beklerler. eğer knocker’ınızı iyi beslemezseniz sizden daha cömert madencilerin olduğu başka bir maden bulacak ve oraya göç edecektir.


**
dipnot 1:

changeling denen bebek kaçırma/değiştirme çok tutulan bir motif. öyle ki aynı güçte ortaçağın geç dönemlerine kadar taşınmış olduğu görülüyor. denebilir ki e zaten fiziksel bir bağlantısı var (down sendromlu çocukların hastalığını açıklamak için kullanılıyor demiştik), bu gerçek bir hastalık ve yüzyıllar boyu devam etmiş; o yüzden hikayenin devam etmesi de çok şaşılacak bir şey değil. bu şaşılacak bir şey olmayabilir, ama hikayenin (motifin) bu kadar aynı kalarak yüzyıllarca gelmesi heyecan vericidir.

ortaçağda nasıl yer aldığına gelelim şimdi de: antikçağın sona ermesiyle peri edebiyatı ve inancı yerini demon inancına bırakıyor. “cadı”lar ortaya çıkmaya başlıyor ve eskiden olaylar doğrudan doğaüstü varlıklarla (peri, şeytan, cin) ilişkilendirilirken, şimdi –politik etkilerle diyelim- daha somut bir hedef buluyor; şeytanların işlerini yapan kadınlar, yani cadılar. çocuk değiştirme, ya da cadı literatürünü günümüze taşıyan dil olan almanca’daki ismiyle wechselbalg, henüz vaftiz edilmemiş bebeklerin, ayin geceleri kullanılacak iksir ve kremlerin yapımında kullanılmak üzere kaynatılmak için cadılar tarafından kaçırılmalarına, yerlerine aynı boyutlarda hilkat garibelerinin bırakılmasına verilen isim. wechselkind denilen değiştirilmiş çocuk hakkında da detaylı bilgiler var; bu çocukların üç tipi oluyor, birinci grup sürekli emzirilmesine rağmen hiçbir zaman doymayan ve sürekli güçsüz kalan çocuklardan oluşuyor. ikinci grup ise kadınların şeytanlarla girdikleri cinsel ilişkinin çocuklarından oluşuyor. üçüncüsü ise bebek kılığına girmiş demonlar deniyor. üç grubun da ortak özelliği çok çirkin olmaları, sürekli yemek yiyip asla doymamaları, ağır görünmelerine karşı çok çelimsiz olmaları. down semdromlu çocukların özelliklerine bakarsak paralellikler görülebilir; ebeveynlerinin o dönemde bilinçsiz olduğunu düşünürsek onlara çirkin gelecek fiziksel görünüş (basık yüz profili, küçük burun, farklı şekilli kulaklar), zayıf bünye, geç gelişme, öğrenme ve konuşma güçlüğü. inanışa göre, bu çocuklar belli bir süre sonra ölür veya kaçarlarmış. down sendromlu çocuklar doğuştan gelen sağlık sorunlarına sahiptir veya kısa zamanda sahip olurlar. yakın geçmişte nadiren 20li yaşlara ulaşabildikleri söyleniyor. bir de ortaçağı düşünün, muhtemelen çoğu en fazla 3-4 sene içinde ölüyordu.

apayrı bir şey daha var, onu da notre dame de paris’de görüyoruz; quasimodo da bir changeling sayılabilir. kitabı okuyanlar bilir, esmeralda çingeneler tarafından bebekken kaçırılmış ve yerine quasimodo bırakılmıştır (hilkat garibesi). bu tür olaylar da oluyordu eskiden, özellikle göçebelerin çirkin ve hasta bebeklerini güzel, sağlıklı bebeklerle değiştirdiği biliniyor.

dipnot 2:

bu dipnot benden harry potter sevenlere gitsin: dobby’nin ismi cismi pek çok özelliği brownie başlığında yazılanlarla benzerlik gösteriyor. isim konusuna ise şöyle bir açıklama yapalım: brownie kuvvetle muhtemel puck’tan türetilmiş bir peri. yani isim ve özelliklerin kesin sınırları olmayabilir, çeşitli yörelerde brownie için yazdığım bazı özellikleri puck hakkında anlatıyor olabilirler. o nedenle robin goodfellow ismi hobgobline dönüşürken, dobby’ye de dönüşebilirmiş, rowling’in kitabında bunu gördük. robin, rob, hob, dob, dobby. benim teorim bu evet.

dipnot 3:

ortaçağda da şöyle bir şey var: takdis suyunun şeytanı uzaklaştırması gibi, demir de demonları ve cadıları uzaklaştırır denir. tamamen bağımsız kaynaklarda görülebilen bu cümle, pict’lerin gerçekten “demire dokunmama” gibi bir durumları olabileceği ihtimalini güçlendiriyor zihnimde. zira demon ve cadı inancını oluşturanlar, pagan toplumların maji geleneğini karalamaya çalışan hristiyanlar. keltik paganlar da güzel majisyenlerdir, doğal büyüde oldukça gelişmişlerdir. demon inancını besleyen ve geliştirenler ise bambaşkadır, kara büyü diye nitelendirdiğimiz şeylerdir ki burası konu dışı.

demirin cadıları/kötü ruhları uzaklaştırma inancını sonuçları olarak görebileceğimiz örneklerden bazıları şöyle, evlerin kapısına uğur getirsin, kötülükleri kapıdan geri çevirsin diye at nalı asılır (at nalı soğuk demirdendir ve bir bacağıyla aldığı enerjiyi diğer bacağıyla dışarı verecek bir şekli vardır), mezarlıkların etrafı, kötü ruhlar çıkmasın diye demir çitlerle çevrilir (bu da soğuk demir ve çember şekli içeridekini dışarı çıkarmama fikrini destekleyen bir geometri), evlerin eşiklerine, cadıar içeri giremesin diye demir bıçaklar koyulur veya toprağa gömülür (soğuk demir ve zarar verici keskin uçlu geometri).

soğuk demir dediğimiz, cadılara, perilere zarar veren madenin özelliği, topraktan çıkarılmamış olması. yeryüzüne düşen meteorlardan elde ediliyorlar ve insanlar tarafından ısıtılamıyorlar. burada hatırladığım başka bir şey daha var, arthur’un kılıcı excalibur hakkında aynı şey söylenir: “toprak anaya tecavüz edilerek yapılmamıştır, gökyüzünden düşen taşlardan işlenmiştir”. belki şöyle yorumlanabilir bu da, kılıç arthur’a gölün hanımı (lady of the lake) tarafından veriliyor. yani eski halk dediğimiz pict halkını korumaya çalışan taraf. pict’lerin, düşmanları için, kendilerinin bu kadar korktuğu bir maddeden kılıç yapmaları mantıklı geliyor bana.

yine de “neden dokunmuyorlar demire” sorusu ise hala muamma. demir çağı ve pict’lerin madenleri işlemeleri araştırılmalı sanırım biraz.

**
kaynaklar:

büyünün, cadılığın ve okültizmin tarihi - w. b. crow
ortaçağda cadılar ve cadı avı - haydar akın
kelt şafağı - william butler yeats
http://www.pantheon.org/
http://en.wikipedia.org/
http://www.irelandseye.com/animation/intro.html
http://www.fortunecity.com/greenfield/tigris/567/index.htm
http://www.morion.com/morion/wood/beings.html